9 Ağustos 2012 Perşembe

Benim ölü patates dostlarım


Merhaba. Şuan bir kadının karşısındayım. Bana bakıyor düşünceli bir şekilde. Elinde büyük keskin bir bıçak var. Korkuyorum. Benim ona baktığımı anlamıyor sanırım. Eğer bakışlarımdaki korkuyu ve hüznü anlasaydı bıçağı bırakıp sarılır ve serbest bırakırdı beni. Ama anlamıyor. 5 adet varız. Hepimizi yan yana dizdi. Aramızdan seçim yapacak sanırım. Yanımdakilerin sesi çıkmıyor. Soluk alışverişlerindeki soğukluğu ve ölümü hissedebiliyorum. Korkuyorlar. Benim gibi… Nizami bir şekilde dizilmişiz. Ben en sağdayım. Yanımdakilere göre biraz küçüğüm. Kadının elindeki bıçakla ne yapacağını bilmiyoruz. Anlayamamanın verdiği korkuyla birbirimize yanaşıyoruz. Topraktan buraya gelene kadar her türlü zorluğu gördük. Fakat bu kadar korkmadık hiç birimiz. Eminim bundan. Kadın o kadar tatlı bakıyor ki zararsız olduğuna kanaat getiriyoruz hepimiz. Rahatladık birazda olsa. Ve sonra beklenmedik bir şekilde sol baştaki arkadaşımızı aldı. Ağır hareketlerle derisini soymaya başladı. Aman tanrım! Gözlerime inanıyorum. Acımasızca elindeki bıçakla derisini soyuyordu. Derisi soyulan arkadaşımın çığlıklarını duymuyor muydu?  Sıra bana geldi. Bana umutsuz ve acıyan bir gözle baktı. Elinde aldığında içimde bir boşluk oldu. Hissizlik anı. Bıçağı tenime değdirdiğinde soğukluğu ve ölümü hissettim. Gözlerimi kapatıp celladımın kararını bekliyorum. 5 saniye sanki bir ömür gibi geçmek bilmiyor. Aniden bıçağı tenimden çekip beni masanın üzerine bıraktı. “Buna gerek yok. Çok küçük.” Dedi. Hayatım boyunca ilk defa küçük olduğuma sevindim. Ama beni bekleyen acı dolu dakikaları tahmin etmemiştim.  Masanın üzerinde sevinçle etrafa bakınırken.  Derisi soyulan ve ince parçalara ayrılan arkadaşlarımı gördüm. Kanım çekildi sanki. Onları öyle görmenin verdiği acının tarifi yok.Keşke beni de kesseydi.  Ölü arkadaşlarımı su dolu derin bir kaba koydu. Onlarla suyun içinde biraz oynadı. Ölü arkadaşlarımı okşuyor suyun içinde. Gözlerinde hiçbir üzülme belirtisi yok. Kalın selpaklar serdiği tepsinin üzerine çıkarttı ölü arkadaşlarımı. Ağlamamak  için zor tutuyorum kendimi. Ocağın  üzerinde duran tencere gibi şeyden fokurtular geliyor.  Cehennem gibiydi. Tek farkı ruhlar değil aciz bedenler yanacaktı. 3erli gruplar halinde yağın üzerine bırakıyor dostlarımı. Her bırakılışlarında çıkan sesi duymuyorum. Bütün ruhumla hissediyorum. Bütün ölü arkadaşlarımı fokurdayan kızgın yağın içine bıraktı. Sesler kulağımda yankılanıyor. Çığlık atsam da nafile. Duymuyor beni. Bir süre sonra ölü olan dostlarımı çıkartmaya başladı tencereden. Gözlerime inanamıyorum. Hepsi altın rengine bürünmüş. Uçlara doğru kararmalar olmuş. Ölü dostlarımı yine kalın selpaklar serili bir tavaya yaydı. Üzerlerine tuz serpti. Mutfağın dışından birkaç ses geldi ve ardından yavaş bir şekilde açıldı mutfağın kapısı. Gıcırdıyordu kapı açılırken. Bir an acıdım kapıya. İçeri giren  bir insan erkeğiydi. “Nefis görünüyorlar.” dedi. Ölü arkadaşlarımdan birini ağzına attı.Acıdan yerinde duramıyor.Tanrının bu insanlara ceza vereceğini biliyordum. Adam ve kadın gittiler. Kadın erkekten erken geldi. Yine nasıl bir acımasızlık peşinde acaba? Sofraya tabaklar koydu. 2 tabak boştu. Ortada büyük bir tabağın içinde yeşilliklerle kaplı ve bana geldiğim yeri hatırlatan bir salata vardı. Ve erkekte geldi. Sofrada bulunan ölü dostlarımı eşit bir şekilde tabaklarına aldılar. Kadının gözüne takıldım. Sanırım bana da bir şey yapacak. Beni aldı ve dostlarımın derileriyle dolu olan çöpe attı. Keşke dostlarımla beraber beni de kızartsaydı. Izdıraplar içinde öleceğim.Yalnız ve umutsuz... Son gördüğüm şey ise ölü dostlarımın bir hiç uğrana yok oluşuydu.

3 Ağustos 2012 Cuma

Kapı

Mevsim sonbahar. Serin bir hava var dışarıda.Saat 17 suları sanırım.Evden çıkmam lazım. Bunaldım betonlardan. Acaba sokaklarda yalnız başıma dolaşıp kendimi mi arasam? Yoksa dostlarımı çağırıp sahte gülümsemeler mi saçsam? Bilemiyorum... Belki de yalnız kalmalıyım. Kendimi bulduğumda korkarsam ve istemezsem kaçarım. Kurtulurum belki bulduğum şeyden. Elbet bir gün yüzleşmeyecek miyim? Ne kadar erken olursa o kadar iyi olur. Evin kapısı hep yalnızlığı hissettiriyor bana. Kapının yalnızlığından kurtulup kendimi kedi cesetlerinin ve hasta ruhların arasına yani sokaklara atıyorum. Kafelerin önünden geçerken duyduğum insan kahkahaları ne kadar yapmacık ve riyakâr. Acıyorum onlara. Yavaş adımlarla ilerlerken o sarışını görüyorum. Aman tanrım. Saçları papatyaları andırıyor bana.O kadar yumuşak görünüyorlar ki kıyamıyorum bakmaya. Gözleri... Aman tanrım! Eğer bir yaratan varsa bu sarışına kendi gözlerini vermiş olmalı. Tanrının kızı şuan tam karşımda. Beyaza yakın teni uçsuz bucaksız bir çöldeki suyu andırıyor.Hiç kıpırdamıyor. Kıpırdamasında! Böyle bir varlığın canlı olması bile bir mucize. Ayaklarım ilerlemiyor. Kalakaldım buracıkta. Gözlerimi ondan alamıyorum. Kafenin yola bakan ve adının yazdığı büyük camın arkasında oturuyor. Oturduğu masanın rengi kırmızı. Sanki bir tablo. Saatlerce oturup onu izleyebilirim. Öyle de yapmayı planlıyorum. Yalnız oturuyor masada ve kitap okuyor. Bir daha onu görememe korkusu sardı ruhumu. Aşık mı oldum acaba? Sanmıyorum. Bir anda nasıl aşık olabilirim ki? Çok mantıksız. Bir cesaretle kafeye girdim. Kapıyı açtığımda kapının üzerine asılmış olan bir çan çaldı. Sesle birlikte dikkatler üzerime toplandı. Çok utanıyorum. Masadaki güzel sarışın kafasını kitaptan kaldırmadı. Bu sevindirici bir haber.Bana bakarsa ruhumu burada teslim edebilirim. Hemen arkasındaki masaya oturdum. Tanışmak istiyorum ama yok derse ve terslerse? Güzel gitse bile bu heyecanla yanlış bir şeyler söylerim kesin. Garson bana doğru yaklaşıyor. Canım bir şeyler istemiyor ki. Sadece o sarışın için geldim buraya. Ah! Garson bunu nereden bilsin. Bana ne istediğimi soruyor. Beynim durdu sanki. Boş gözlerle bakıyorum garsona. Garson ise çok sabırlı. Avını bekleyen bir timsah kadar... Mönü önümde fakat bakmıyorum. Garsonu da bekletmek istemiyorum. Çay istediğimi söyledim. Sarışın kafasını kitaptan kaldırmadı hâlâ. Üzerinde haki yeşili bol bir kazak var.Çok yakıştığı aşikâr. Oturduğu tekli koltuktan dolayı altında ne var göremiyorum. Garson çayımı getirdi bu sırada. Ona burada alkol satıp satmadıklarını sordum. Erken olduğunu fakat istersem getirebileceklerini söylediler. En sert içkiden istiyorum dediğimde emin olup olmadığımı sordu. Sakin bir şekilde eminim dedim. Alkol almazsam tanışamam onunla. Alkolüm geldi. Çayımdan hiç yudum almadan alabileceklerini söyledim. Getirdiği alkol shot bardağında. Ne olduğunu sorma gereksinimi duymadım. Sakinleşmem gerek. Alkolü bir anda içtim. Kahretsin! Çok acı. Yüzüm yaşlı bir evsiz kadar kırıştı. Acılığı belirtmek için ses çıkartır gibi oluyorum ama sarışının sesi duyabileceğinden korkup tutuyorum kendimi.1,2,3,4... Bu kadar yeterli bence. Etkisini göstermesini bekliyorum. Beklerken masadaki atıştırmalardan atıyorum ağzıma. Etkisini görmeye başladım sanırım. Çok sakinim. Bütün gerginliğim geçti. Derin bir nefes alıyorum. Hiç olasılık düşünmemem lazım   . Hızlı adımlarla ona doğru ilerliyorum. Baş ucuna dikildim. Sesimi çıkartmadım. Kafasını bana doğru çevirdi. Ölebilirim şuan. Dizlerim sanki bir kuklanınkiler gibi sallanıyor.  Ne kadar derin gözler! Gözleri bana okyanusları hatırlattı. Okyanuslar kadar derin. Mükemmel bir yeşil tonu. Bana boş kahve bardağını uzattı ve bir tane daha istediğini söyledi. Hiç bir şey söylemeden ve bardağı almadan kapıya doğru yürüyorum. Hiç etrafıma bakmadan ilerliyorum. Bulutların kanıyla dolmuştu sokak. Bir daha ki sefere belki bir otobüste , belki yemek yerken görürüm. Bir daha ki sefer olursa tabii. Ben yine kalemlere , kağıtlara ve evimin çatlak duvarlarına aşık olarak kalacağım. Şimdi anlıyorum... Evimin kapısının ne kadar yalnız olduğunu.